Çok Çalışmak, Pozitif Bakış Açısı ve Standart
Kalıpların Ötesinde Düşünmek
“Başarısızlık
yol göstericidir. İyi düşünen bir insan başarısızlıklarından çok fazla şey öğrenebilir.” John Dewey
“Tek
bir yenilgiyi hiçbir zaman kesin bir yenilgiyle karıştırmayın.” F. Scott
Fitzgerald
Her
seferinde çalışmanın ne kadar önemli olduğunu anlatılır. Kuşkusuz çalışma ve
azim başarılı olmada çok önemlidir. Malcolm Gladwel, “Çizginin Dışındakiler,
Bazı İnsanlar Neden Daha Başarılı Olur?” kitabında çalışmanın önemine ve çok
başarılı insanlar için 10.000 saat kuralına dikkat çekmişti.
10.000 saat kuralına göre bir konuda
çok başarılı olmak için o konuyla ilgili olarak ortalama olarak 10.000 saatlik
bir çalışma yapmak gerekiyor. Bu kuralı
geliştiren Anders Ericsson’a göre Malcolm Gladwell bu kuralı oldukça basit ve
hatalı biçimde ele almış. Ericsson’a göre mesele sadece çalışmayla sınırlı
değil; çalışma önemli ama nasıl çalışıldığı da çok önemli. Ericsson başarılı
olmak için amaca dönük bir çalışmanın önemini özellikle vurguluyor. Amaca dönük
çalışma sürekli olarak aynı çalışmaları tekrar tekrar yapmaktan öte bir şey.
Amaca dönük çalışma gelişmeye odaklanmış, geri
bildirim yaparak yapılan hataları düzeltmeye dayalı, basit tekrarların çok daha
ötesinde bir çalışma türüdür. Bu
çalışmayı yapan kişi bir taraftan sınırlarını biraz zorlarken diğer taraftan da
yeni stratejiler ve teknikler geliştirerek çok daha etkili çözümlere ulaşabilir. Bu tür çalışmalar çoğunlukla yalnız başına
yapılsa da öğretmen ve koçlar öğrencilere yapılan hatalarla ilgili olarak
önemli geri bildirimler, ipuçları ve bilgiler verebilir. Elbette bu yöntemde de öğretmenlerin öğrencilere kazandırdıkları
stratejilerin, çalışma yöntemlerinin
büyük önemi vardır. Bu yöntemde de tekrarların önemi göz ardı edilemez, çünkü
tekrarlar sayesinde bilgiyi uzun süreli hafızaya yerleştirmek mümkün olduğu
gibi, her bir tekrarda daha önce gözden kaçırdığımız önemli bir yeri ya da
hatayı fark edip düzelterek daha da iyi öğreniriz. Amaca
dönük çalışma bu tür tekrarları kapsamasının yanında çalışmayla ilgili strateji ve yöntemleri de içine alan daha
kapsamlı bir çalışma türü olarak düşünülebilir. Tabii buradaki tekrarların
nasıl yapıldığı da önemli, amaca dönük
çalışma biçiminde yapılan tekrarlar salt otomatik tekrarların ötesinde,
beynimizi daha çok kullanmaya ve onun daha çok aktif olmasına dayalıdır. Bu tür tekrarlar daha çok odaklanmayla,
her seferinde yaptığımız iş üzerinde daha çok düşünüp zaman zaman daha etkili
yeni stratejiler ve yöntemler geliştirmekle gerçekleşiyor.
Örneğin amaca
dönük tekrarlarla bilmediğimiz kelimeleri öğrenmeye çalıştığımızı düşünelim.
Bir seferinde tek bir kelimeyi öğrenmeye çalışırsak beynimiz buna kolay bir şekilde
adapte olacak ve zorlanmaksızın her seferinde bu tekrarı kolay bir şekilde
yapacaktır. Üstelik bu çalışma
yönteminde beynimizi yeterince kullanmadığımız ve onu zorlamadığımız için
öğrenmeye çalıştığımız kelimeyi unutmak da son derece kolay olacaktır. (Tabii
çok dikkatimizi çeken veya sık sık kullanmak zorunda kaldığımız kelimeler bu
gruba girmeyebilir.) Ama birden fazla, diyelim ki üç, beş veya on kelimeyi
birlikte öğrenmeye çalışırsak beynimiz belki de her tekrar da zorlanacak ama
her zorlanma onun daha iyi bir şekilde öğrenmesini sağlayacaktır. Şimdi diyelim
bu kelimeleri daha önceden öğrendiğimiz kelimelerle karıştırarak tekrar
yaptığımızı düşünelim. Bu defa daha önceki kelimeleri de tekrar hatırlamaya
çalışacağız, bu işlem için daha fazla beynimizi kullanmaya çalışacağız, tüm
bunlar ise öğrenmemizi daha kalıcı hale getirecektir. Bundan sonra tüm bu kelimeleri kullanarak
cümleler kurduğumuzu, kompozisyon yazdığımızı, konuşarak derdimizi anlatmaya
çalıştığımızı veya yazılı cümle ve metinleri, konuşmaları dinlediğimizi ve
anlamaya çalıştığımızı veya anlamak için büyük çaba içinde olduğumuzu
düşünelim. Böylelikle öğrendiklerimiz bir anlam kazanacak, beynimiz tüm bu
anlam dünyasını oluşturmak ve bunları anlamak için çaba içinde olacak bu ise
öğrenmeyle ilgili hem anlam dünyamızı zenginleştirecek, hem de bu anlam dünyası
yeni şeyler öğrenmemizi tetikleyecektir.
Diğer yandan Malcolm
Gladwel’in yanıldığı ikinci şey ise 10.000
saat kuralını neredeyse her türlü alana uygulamaktır. Fakat 10.000 saat
kuralı birçok alana uygulanamaz. Ancak
objektif olarak ölçebileceğimiz satranç, piyano çalmak, yüzmek, atletizm vb.
gibi alanlar için 10.000 saat kuramından söz edebiliriz. Fakat bu durumda
dahi bu çalışmaların bilinçli olması ve amaca dönük çalışma olması gerekiyor.
Kısaca 10.000 saat kuralı amaca dönük çalışmalar olduğunda geçerlik kazanıyor.
Yine de çalışmanın önemi göz ardı
edilemez. Satranç,
birçok spor dalı, müziğin birçok alanında üstün başarılı olmak için epey bir
süre çalışmak gerekiyor. Sadece bununla
da sınırlı değil: birçok konuda, bilim alanında başarılı olmak veya uzman olmak
için çok uzun bir süre çalışmak gerekiyor. Tabii bu ille de 10.000 saat
olmayabilir. Konuya, kişinin
yeteneklerine, potansiyeline, ruh haline, tutumuna, sahip olduğu imkânlara ve onları nasıl kullandığına, kullandığı veya kullanılan strateji ve
yöntemlere, toplumsal ve çevresel şartlara göre bu süre daha uzun veya kısa
olabilir. Ama hemen hemen tüm
alanlarda iyi olmak için çalışma gerekir. Çok iyi olmak istiyorsak da daha çok
çalışmak, aynı zamanda nasıl başaracağımız konusunda daha çok düşünmek
zorundayız.
Kaptan Robert Falcon Scott ile Roald
Amundsen arasında Antarktika kıtasının keşfi sırasında yaşanan çekişme başarılı
olmada amaca dönük çalışmanın önemini çok iyi gösterir. Bunun yanında Kaptan
Scott ile Amundsen arasında yaşanan mücadele “amaca dönük çalışmaların” da
ötesinde, başarılı olmada şartların,
ihtiyaçların ve göz ardı ettiğimiz birçok önemli faktörün de etkisini ortaya
koyması bakımından önemli bir örnektir.
Kaptan Scott oldukça disiplinli, son
derece güçlü, çalışkan ve kararlı bir
subaydı. Aynı zamanda Scott büyük işler başarmak istiyordu. O zamana kadar
hiçbir insanın ayak basmadığı yerlere gitmek için yanıp tutuşuyordu. Dünyanın
birçok yeri, şu veya bu şekilde keşfedilmişti ama Antarktika hala birçok açıdan
gizemini koruyordu. Buzlarla kaplı Antarktika kıtası Kuzey Amerika ve Orta
Amerika’nın toplamından bile daha büyük bir yerdir. Bunun yanında Antarktika kıtası Kuzey Kutup
yakınlarındaki Arktika bölgesine göre de çok daha ıssızdır. Çünkü en azından Arktika
bölgesinde Eskimolar yaşarken Antarktika’da yaşayan halklar ve kabilelerden
bahsetmek mümkün değildir. Üstelik Antarktika, dünyanın en yüksek rakımlı, en soğuk, en kuru ve en rüzgârlı kıtasıdır.
Dünyadaki en büyük ve en tehlikeli
buzullardan biri olan Beardmore buzulu Antarktika’dadır. 60 km’ye ulaşan
uzunluğu ve 30 km’lik genişliği ile Lambert Buzulu adeta geçit vermez bir kale
gibidir. Buzulda yer yer 60 metre derinliğe ulaşan çatlaklar buradaki ulaşımı
çok daha zorlu ve tehlikeli kılmaktadır. Bu açılardan düşünüldüğünde Güney
Kutbu’na ulaşmak Kuzey Kutbu’na ulaşmaktan çok daha zordur. Aslında Antarktika’nın
keşfi için önceleri bölgeye birçok keşif yolculukları yapılmış ama hiç kimse
Güney Kutbu’na ulaşamamıştı. Buna rağmen bu zorlu keşfi İngiltere’deki Kraliyet
Coğrafya Topluluğu başarmak istiyordu.
19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Britanya
İmparatorluğu birçok açıdan zirvede idi. Britanya İmparatorlu için coğrafi
keşifler son derece önemli idi.
Kasım 1902 yılında Kaptan Scott,
Doktor Edward Wilson ve Ernest Shackleton Antarktika kıtasındaki nokta rekorunu
82°16' enlemiyle kırdılar. Bu başarı da Kraliyet Coğrafya Topluluğu’na yeterli
gelmemişti, çünkü bu başarıya rağmen halen Güney Kutbu’na ulaşmak mümkün
olmamıştı. Ernest Shackleton, 1907 ve 1909 yılları arasında “Nimrod Keşif
Seferi” ismiyle anılan keşif yolculuğuna çıktıysa da Güney Kutbu’na
varamadı. Buna rağmen Ernest Shackleton
Güney Kutbu’na oldukça yaklaşmıştı. Bunun ardından Kraliyet Coğrafya Topluluğu,
1910 ile 1913 yılları arasında Terra Nova Seferi olarak adlandırılan daha kapsamlı ve
donanımlı bir keşif seferi düzenledi. Ve Kaptan Scott Terra Nova keşif
yolculuğuna önderlik yapmak üzere seçildi. Kaptan Scott’un Antarktika’nın keşfi ilgili daha önceki deneyimleri
ve bu keşiflerdeki başarıları bu seçimde etkili olmuştu.
Terra Nova keşif yolculuğuna katılmak
için 8000 kişi başvurmuştu. Ama bu başvurulardan sadece 65’i uygun görüldü.
Keşif yolculuğuna İngiliz halkının büyük bir ilgisi ve desteği vardı. Keşif
yolculuğu için Kraliyet Coğrafya Topluluğu, Kraliyet Topluluğu, devletin ve
halkın da yardımıyla önemli miktarda para toplanmıştı. Fakat Güney Kutbu’na
ulaşmak isteyen sadece Kaptan Scott değildi. Norveçli kâşif Roald Amundsen de
Güney Kutbu’na ilk olarak varmak istiyordu.
Aslında Roald Amundsen, epey bir süredir Güney Kutbu’na ulaşmanın
hayallerini kuruyor ve bunun içinde ciddi olarak hazırlanıyordu.
Roald Amundsen çocukluğundan beri
büyük keşiflere ilgi duymuştu. Daha genç
yaşlarda John Franklin’in Kuzeybatı Geçidi’ni bulmak için yaptığı seferden ve
bu seferlerin sonuçlarından çok etkilenmişti. John Franklin’in bu seferi çok
büyük bir felaketle sonuçlanmış, keşif için yola çıkan iki gemi ve
mürettebattan bir daha haber alınamamıştı. Son derece üstün başarılara sahip
John Franklin bu seferde başarısız olmuştu. Üstelik Franklin’in yönetimindeki
gemiler zamanın en modern buharlı gemileri idi. İki gemide de insanların her
türlü ihtiyaçları düşünülmüş, Franklin bu konuda en yetenekli yardımcıları
yanına da almıştı. Gemilerde onlara üç yıl yetecek erzaklara da sahiptiler.
Fakat tüm bunlar John Franklin’in büyük bir felaket yaşamasını ve buzullar
arasında kaybolmasını engellemedi.
John Franklin'in Kuzey Batı Geçidi keşif yolculuğu sırasında buzlar arasında sıkışan gemisi.
Roald
Amundsen, John Franklin ve diğer büyük kâşiflerin başarısızlıkları üzerinde
epey düşündü, kitaplar okudu. Keşiflerle ilgili daha çok deneyim kazanmak için
1897 ile 1899 yılları arasında Belçika Antarktika Seferi olarak bilinen seferde
üçüncü kaptan olarak görev aldı. Bu sefer her ne kadar bazı açılardan başarısız
olsa da tam bir başarısızlık değildi. Amundsen
bu başarısızlıklardan ve seferden çok şey öğrendi. İlk olarak, bu seferde Amundsen
buzullardaki ve uzun deniz yolculuklarında mürettebatın korkulu rüyası olan
skorbit hastalığına karşı nasıl mücadele etmek gerektiğini öğrendi. Skorbit
hastalığı kâşiflerin başarılı olmalarının önünde çok büyük bir engeldi. Bu
hastalık kâşifleri son derece güçsüz bırakıyor veya bazı durumlarda onların
ölmelerine neden oluyordu.
Taze sebze
ve meyveleri yemek skorbit hastalığına karşı bir koruma sağlıyordu. Fakat
kâşifler ve uzun deniz yolculuklarına çıkanlar yiyecekleri korumak için
tuzlayarak, kurutarak ve konservelerde saklayarak korumaya çalışıyorlar, bu ise
yiyeceklerdeki tüm C vitaminini yok ediyordu. Hastalığın nedeni anlaşılamadığı
için bir türlü uygun bir çözüm de geliştirilemiyordu. Buna rağmen o zamanlar
içinde bu hastalığa karşı etkili çözüm geliştirenler vardı. Örneğin Frederick Cook skorbit hastalığı üzerinde epey
düşünmüş ve etkili bir çözüm geliştirmişti. Taze yarı pişmiş etleri tüketmek
hastalığa karşı önemli bir koruma sağlıyordu. İşte Amundsen Güney Kutbu’na
yaptığı bu seferde Frederick Cook ile birlikte çalışmış ve ondan bununla ilgili
çok şey öğrenmişti. İkinci olarak Amundsen buzullardaki keşiflerde küçük
grupların daha avantajlı olduğunu anladı. Çünkü büyük bir grup beslenme,
barınma, hareket açısından çok ciddi zorluklarla karşılaşıyor, bu da grubun
başarı şansını azaltıyordu.
Üçüncü olarak Amundsen buzullarda
kayaklarla birlikte köpekleri kullanmanın çok önemli olduğunu fark etti.
Özellikle kayakları etkili bir şekilde kullanabilen kâşifler buzullarda hızla
yol alabilir ve hedefe de çabuk ulaşabilirdi. Yiyeceğin sınırlı, şartların çok
çetin olduğu bir ortamda hedefe hızlı bir şekilde varmak ve geri dönmek
kuşkusuz önemli idi. Köpekler bu çetin
yolculukta malzemelerin taşınmasında çok büyük yardımcı ve belki de o zamanlar
için alternatifleri arasında en iyisi idi. Ama kızaklara binerek sadece
köpeklere yüklenmek de doğru değildi. Çünkü bu defa köpekler çok güçsüz kalacak,
bu da seferin başarısız olmasına yol açacaktı. O yüzden kâşifler köpeklerle
uyumlu olarak kayakları da ustalıkla kullanmalıydı. Dördüncü olarak Amundsen
buzullarda zor koşullara dayanmak için en iyi giyinme biçimi olarak Eskimoların
örnek alınması gerektiğini anlamıştı.
Tüm bu kazandığı deneyimlerden sonra Amundsen,
John Franklin’in başaramadığını
yapmak, çok zorlu bir keşif olan Kuzey Batı Geçidi’ni bulmak için planlar
yapmaya başladı. Ve Amundsen 1903
yılında da küçük bir tekne ve altı kişilik mürettebat ile Kuzey Batı Geçidi’ni
bulmak için keşif yolculuğuna çıktı. Yolculuk sırasında Eskimolarla karşılaştı
ve bir süre onlar arasında yaşamaya karar verdi. İki yıla yakın Eskimolarla
birlikte yaşadı. Bu süre içinde Eskimoların kültürünü, yaşam biçimini
benimsedi. Eskimoları anlamak ve onlardan biri gibi olmak için çok büyük bir
çaba harcadı. Eskimolardan avlanmasını, barınak yapmasını, köpekleri
kullanmasını öğrendi. Amundsen, Eskimolar gibi giyiniyor, onlar gibi düşünmeye
ve olmaya çalışıyordu. Bu şekilde yoğun çabayla Amundsen kâşifler arasında ve
modern dünyada Eskimoları en iyi anlayan, onlar gibi davranmayı en iyi bilen
biri oldu. Bunun yanında buzullarda yolculuk yapmak için Eskimolardan
öğrendiği strateji ve yöntemleri, modern yöntemlerle birleştirmeye
çalıştı. Yani hem Eskimolardan, hem de tüm kâşiflerin deneyimlerinden büyük
dersler çıkartıyor, kendi tecrübe ve düşüncelerini de işin içine katarak daha
etkili stratejiler bulmaya çalışıyordu. Böylelikle Amundsen 1906 yıllarında
zorlu Kuzey Batı Geçidi’ni buldu ve yolculuğunu başarıyla tamamladı.
Amundsen Kuzey Batı Geçidi’ni
keşfettikten bir süre sonra Kuzey Kutbu’nu keşfetmeyi hedeflemiş ve bu yönde
çalışmalara başlamıştı. Ama Kuzey Kutbu Robert Edwin Peary tarafından
keşfedilince Amundsen Güney Kutbu’nu keşfetmeye odaklandı. Bu yolculukla ilgili
olarak lojistik ve araç gereç sorunlarını en ince noktasına kadar düşündü.
Antarktika üzerine yazılı tüm yazılı eserleri okudu. Antarktika’yı keşfetmeye
çalışan kâşiflerin görüşlerini inceledi, hatalarını anlamaya çalıştı. Avantajlı
biçimde başlamak ve zamandan kazanmak için daha önce hiç denenmemiş bir yol
üzerinden Güney Kutbu’na ulaşmaya karar verdi. Ve neredeyse iki yıl boyunca
Güney Kutbu’nun keşfi konusunda etraflıca kafa yordu ve hazırlık yaptı. Yakıt
kaçağını engelleyecek yöntemler üzerinde çalıştı ve en sonunda yakıtları
sızmayacak şekilde depolamayı başardı.
Amundsen bu sorunun önemli bir sorun olduğunu fark etmişti.
Depoladıkları yakıtların kaçaklar sonucu azalması suları ısıtmalarını
engelliyor, bu da onların ciddi bir sürü başka sorunlar yaşamasına neden
oluyordu.
Amundsen, 1910 yılında çok zorlu bir
mücadele olan Güney Kutbu’nu keşfetmek Antarktika’ya geldiğinde son derece
tecrübeli bir kâşifti. Ama zorluk sadece doğaya karşı değildi. Amundsen aynı
zamanda Kaptan Robert Falcon Scott ile de karşı karşıya gelmişti. Kaptan Scott
da tecrübeli bir kâşifti. O da Amundsen gibi hayatını coğrafi keşiflere
adamıştı. Bunun yanında Kaptan Scott ve ekibi çok daha büyük maddi imkânlara,
para gücüne sahipti. Ne de olsa Kaptan Scott’un arkasında Büyük Britanya
vardı. Norveç, Amundsen’i destekliyordu
ama bu destek Kaptan Scott’a yapılan destek karşısında daha cüziydi. Ne de olsa Norveç 1900’lü yılların başında,
yani bir anlamda daha yeni bağımsızlığına kavuşmuş ufak bir devletti. Büyük
Britanya gibi çok geniş imkânlara sahip değildi.
Fakat Kaptan Scott ise baştan büyük
hatalar yaptı. Scott köpeklerin buzullardaki keşiflerde önemli bir yardımcı
olduğunu anlamamıştı. Scott daha önce katıldığı Discovery keşif yolculuğunda
köpekleri kullanmış ve onların bu sefer için çokta uygun olmadığını düşünmüştü.
Aslında burada sorun Scott’un köpeklerini nasıl kullanacağını bilmemesinden
kaynaklanıyordu. Ama Scott bunu fark edemediği gibi yanlış biçimde düşünerek
sorun olarak köpekleri görmüştü. Ayrıca Scott ve ekibi kayakları kullanma
konusunda çok deneyimli değillerdi. Oysa başarı için kayak ve köpekleri
birlikte uyum içinde kullanabilmek gerekiyordu. Köpeklerin çok hızlı
gitmesi kayak ekibinin arkada kalması sonucu Scott köpeklere güvenmiyordu. Ama
midilli atları bu iş için köpekler kadar uygun değildi. Diğer yandan Scott, Shackleton’un
Nimrod keşif seferinde midilli atlarını tercih etmesinden de etkilenmişti. Bunun
yanında o zamanlar için İngiltere’de uzmanlar arasında yaygın olan kanı da midilli
atlarının bu işin uygun olduğu idi. Aslında midilliler de buzullardaki yolculuk
için uygun olabilirler.
Ama mesele salt Güney Kutbu’na
ulaşmak değildi, mesele aslında ilk önce oraya kimin varacağı idi. Scott, Amundsen
ile yarışında çok yönlü bir strateji kullanmaya çalıştı, hem köpekleri, hem
midilli atlarını, hem de motorlu kayakları kullandı. Ama motorlu kayaklar da
Scott’un düşündüğü gibi çıkmadı. Yolculuk sırasında motorlu kayaklarda bir sürü
arıza ve sorun çıktı, kısa zaman içinde motorlu kayaklar kullanılamaz duruma geldiler, midilli atları ise köpekler kadar etkili olamadı.
Ve Kaptan Scott köpekleri de iyi bir şekilde kullanamadı. Yine yapılan
araştırmalar kaptan Scott ve ekibinin yolculuk sırasında yeteri kadar
beslenemediğini ortaya koymuştu. Yetersiz beslenme özellikle zorlukların had
safhada olduğu bir yerde ciddi sorunlara yol açabilir. Üstelik Scott, daha önceki keşif yolculuklarında
karşılaştığı yakıt kaçağı sorununu ciddiye almamış, bu sorunu önemsememiş,
bunun sonucunda da bazı sıkıntılarla karşılaşmıştır. Hâlbuki Amundsen bu sorunu
ciddiye alıp bir çözüm geliştirmişti.
“Problemin tanımlanması, çoğu kez çözülmesinden daha
önemlidir. Ortaya yeni sorular, yeni olasılıklar atmak, eski sorulara yeni bir
açıdan bakmak, yaratıcı bir düş gücü gerektirir ve bilimde gerçek ilerleme
sağlar.” Einstein
Bunların
sonucunda Scott ve ekibi giderek daha kötü beslenmiş, yakıtlarındaki kaçak sorunu
yüzünden giderek daha kötü su kıtlığı sorunuyla karşılaşmış, hem de
köpekleri etkin biçimde kullanamadıkları, hem de ellerindeki midilli atları
köpekler kadar işlevsel olmadığı için yükün büyük bir kısmını insan gücüyle çekmek zorunda kalmışlardı. Tüm bunlar ise onların kısıtlı güçlerini daha da
tüketmiş, giderek çaresiz duruma
düşmelerine ve sonunda ölümlerine neden olmuştur.
Roald
Amundsen, 14 Aralık 1911’de, Güney Kutbu’na ulaşmayı başardı. Kaptan Scott ise Amundsen’den 35 gün sonra Güney Kutbu’na
ulaşabildi. Scott, Amundsen ile girdiği yarışı kaybetmişti. Bu yarışı kazanmak ve Amundsen’den önce Güney Kutbu’na varmak
için çok yoğun biçimde mücadele etmiş, her şeyini ortaya koymuştu ama tüm
bunlar onun kazanmasına yetmedi. Üstelik
Kaptan Scott ve ekibi geri dönüş yolculuğunda hayatlarını da kaybettiler. Buna karşılık Amundsen ve ekibi tek bir
kayıp vermeden geri dönmeyi başardı.

“Bilimin şaşırtıcı ve umulmadık
buluşlarını ortaya çıkaran, yaratıcılık ile kuşkuculuk arasında gerilimdir.”
diyordu Carl Sagan.
Scott da oldukça yaratıcı
biçimde düşünmüş, yeni strateji, yöntemler ve araçlar kullanmıştı, ama motorlu
kayak örneğinde olduğu gibi bunların gerçek yaşamda istenildiği gibi bir
karşılıkları olmadı. Scott büyük maddi
imkanlara ve olanaklara sahipti. Ama maddi imkân ve olanaklar, çalışma ve
disiplin, sonuna kadar mücadele çok önemli olsa da her şey değildir. Başarıda aynı zamanda akıl, strateji,
yöntemler ve düşünceler de son derece önemlidir. Bunları yeterince dikkate
almayan bir güç yenilmeye mahkûmdur. Çünkü büyük stratejiler asıl
güçlerini doğanın, çevrenin ve evrenin nasıl davranacağını anlamaktan ve bunların
olağanüstü güçlerine uygun davranmalarından alırlar.
Bu açıdan çalışırken hiç durmaksızın
çalışıp aynı şeyleri tekrarlamak yerine bazen düşünmek, sorgulamak, soruna farklı
bir açıdan bakmak, zaman zaman dinlenerek bilinçaltını da devreye sokmak
gerekebilir. Örneğin ünlü matematikçi, yazar ve felsefeci Bertrand
Russell şöyle diyordu:
“Benim inancım şudur ki, eğer
yeterince gayret edilirse, bilinçli bir düşünce bilinçaltına yerleştirilebilir.
Bilinçaltının büyük bir bölümü, geçmişin bilinçli duygusal düşüncelerinden
oluşmuştur. Böylesi düşünceler bilinçaltına gönderilebilir. Böylece bilinçaltı
birçok yararlı iş yapabilir. Örneğin, ben şunu anladım: Oldukça zor bir konuda
yazı yazacağım zaman, birkaç saat ya da birkaç gün o konuyu çok büyük bir
yoğunlukta (gücümün yettiği en büyük yoğunlukta) düşünürüm; sonra işi
sürdürmesi için bilinçaltıma emirler veririm. Birkaç ay sonra konuyu bilinçli
olarak yeniden ele aldığımda işin tamamlanmış olduğunu görürüm. Bu yöntemi bulmadan
önce, aylarca hiçbir ilerleme kaydedemez, üzülür dururdum, üzülmek de çözüm
getirmediğinden aylar boşuna geçerdi; oysa şimdi, o ayları başka işlere
ayırabiliyorum.” (Bertrand Russel, Mutlu
Olma Sanatı, (Çeviren: Yunus Sağlamtürk,
Say Yayınları), 2014, s.62)
Ünlü matematikçi Poincare de Russell’ın sözünü
ettiğine benzer bir yaklaşımla matematiksel problemleri çözdüğünü açıklamıştı.
Bu arada belirtelim Poincare’nin çözdüğü sorular hayli zor sorulardı.
Benzer çalışma stratejileri birçok ünlü sanatçının, bilim adamının, kâşifin
yaklaşımında görülebilir.

Başarmada gerçek
yaşamda karşılıkları olsa bile bazen düşünmek, çözümler üretmek de yetmez,
aynı zamanda rakiplerimizin ne düşündüğünü de düşünmek ve ona uygun çözümler
üretmek gerekir. Tabii o zaman belki de rakiplerimiz de bizim ne düşündüğümüzü
düşünmeye çalışarak çözümler geliştirecek, biz de onların yeni çözümlerine ve
hamlelerine karşı tekrar yeni stratejiler ve çözümler üzerinde kafa yormak
zorunda kalacağız. Bu şekilde kaçınılmaz olarak üstbiliş (metacognition)
yöntemleri üzerinde odaklanacağız. Yani düşünme hakkında düşünüp öğrenme
stratejileri ve zihin operasyonlarını
gözden geçireceğiz. Böylece sürüp giden dinamik bir döngü oluşacaktır. Buna bir
açıdan Kırmızı Kraliçe Etkisi de
diyebiliriz. Bir sistem onunla aynı zamanda evrim geçiren diğer sistemlere
karşı başarılı olabilmek ve hayatta kalabilmek için sürekli olarak değişen
şartlara uygun yeni çözümler üretmek zorundadır. Buradan da anlaşılacağı üzere toplumsal
ve çevresel şartlar, statik ve değişmez değildir, toplumsal ve çevresel şartlar
kompleks dinamik (hareketli ve değişen) unsurlardır. İşte rakipler ile mücadele edebilmek ya da değişen çevre ve ekolojiye
uyum sağlamak açısından tüm bu unsurlar dikkate alınmalıdır.